Ağlatır, hem de nasıl ağlatır.
Bu ev benim annemin babasına ait. Yaklaşık 80-85 yıllık. En son nişanlıyken gitmiştim, yani neredeyse 20 yıl olmuş.
Kendimi bildiğimden beri her yaz 3 ay tatilde dedemin evindeydik. Annemler 7 kardeş, her birinin arası 2-2.5 yaş ve hepsinin en az 3 en fazla 6 çocuğu var ve yaşlarımızın geneli ilk okul seviyesiydi. Toplam en az 23 çocuk, bayram seyran gibi özel günlerde büyüklerin katılımı ile 55-60 kişi olurduk.
Evin olduğu arsada beton dökülmüş bir teras, terasın üstüne asmaların sardığı ve gölge yaptığı bir taraça vardı.
Beton bahçenin dört köşesinde su oluğu gibi oluklarda çok çeşitli çiçekleri vardı. Kadife güller, aslan ağzı, hanım eli vs. Giriş kapısında bugüne kadar başka yerde görmediğim, anneannemin "saat çiçeği" dediği bu güzellik sarmıştı.
Beton terasın yanında tüm sebzelerin yetiştiği bahçe, evin arkasında dört bölmeli ahır, ahırın üstünde samanların saklandığı depo vardı.
Yaz akşamları babam , tüm çocukları toplar, saklambaçlar oynanırdı. Tahıl ambarının bitiminden başlayan üzüm bağları, fındık ağaçları vardı. Bu tarlada ve diğer yerlerdeki bazı tarlalar Hacı baba'ya aitti.
Tarlaya çıkan , dik bir küçük yokuştan çıkılarak büyük bir kümes vardı.
Kümesin altında çamaşır yıkanan, mısır kaynatılan, meyve saklanan beton çamaşırhane, onun önünde de su konulan, eskiden hayvanların su içtiği yalak vardı.
Ev 3 katlı, giriş katı hanım misafirlerin giriş kapısı ile açılır, sağda ilk oda sobalı olup yemek-kahvaltı yenen odaydı, bu odada beni en çok şaşırtan şey pencerelerin küçük ve içerde olmasıydı.
Pencere önünde derin bir boşluk, onun önünde küçücük pencereler vardı. Biz tüm çocuklar o taş bölmelerde otururduk. Bu odanın yanında sağda mutfak vardı. Mutfakta da dolap falan yoktu. Şimdi moda olan terek denen tahta dolaplar, büyük bir odunlu ocak, betona yapılmış lavabo, alttaki boşlukların önüne kumaş perdeler dikilirdi, kapak falan yoktu. Betona oyulan lavabonun altındaki bölmeye muhakkak hayvanların yemesi için meyve kabukları biriktirilirdi.
Mutfağın karşısında kiler vardı, tel dolaplar içinde envai çeşit peynir-yoğurt-turşu vs burada dururdu ama kiler kapısı hep açıktı ve her çocuk ha bire kilerden yemek tırtıklardı.
Orta sofa da çocuklar için yer sofrası kurulurdu, biz hep orada yerdik. Sofanın merdiven önünde 1 koltuk ve 1 sedir vardı. Tavanda ise bir sürü büyüklü küçüklü hasır sepetler vardı. Bu sepetlerle dedenin meyve bahçelerinden toplar ve afiyetle yerdik.Dedeme herkes "Hacı baba" derdi. Hacı baba evde radyo bile dinlettirmez, kısa kollu, kısa etek, şort vs giydirmez, çarşıya kız torunların gitmesine izin vermezdi. Anneannem ise kalp hastasıydı bu nedenle ona sokulmamız, sarılmamız yasaktı. Biraz huysuz, minnacık bir kadındı. Hasta olduğu içinde çok özenli davranılırdı.Ayrıca kendisi Rum'dan dönmeydi, dedemle çok küçük yaşta evlendiğinden Hacı baba onun bir dediğini iki etmezdi. Hacı baba her namazını camide kıldığından, o gidince herkes radyoyu açar, dedikodular, kıyafet değiştirmeler yapılırdı, biraz köy kahvesinde oturur, meşhur Alifuat paşa köprüsünden yürüyerek gelirdi. Orta katın kapısı erkek misafirlere aitti. Bu merdivenlerin girişinde balkon gibi boşluk vardı ve oradan "Hacı baba geliyor" diye bağırılırdı ve herkes kendine çeki düzen verirdi.Sofa L biçimdeydi. Uzun köşesi tam merdivenlerin karşısında anneannemin başına oturduğu uzuun bir sedir vardı. Büyükler sofada oturur, biz ise merdivenlerin üstündeki masanın durduğu yerin kenarındaki yerde otururduk.
L sofanın kısa kenarında yemek masa-sandalyesi vardı, yemek masasının sol tarafında "misafir odası" vardı. Bu odada sadece erkek misafirler ağırlanırdı. İkramlar kapıdan evdeki erkeklere verilir, servisi onlar yapardı.
Salonun tam karşısındaki oda Hacı baba ve anneannenin odasıydı. Odada pirinç yatakları, sedir, namaz kıldıkları yer, gömme ahşap dolaplar vardı. Hacı baba'nın odasının yanındaki oda misafir gelenlerin kaldıkları oda vardı. 2. ve 3.kat merdivenlerinin altına ahşap dolaplar yapılmıştı.
Banyolar 2 odalıydı. Banyolara girişte beton tezgahta lavabo ve ibrik, havluluk, sabun vardı. Banyonun odalarından biri tuvalet diğeri ise içinde odun yanan kazan ve küvet vardı. Yani el yıkama ayrı, tuvalet ayrı, banyo ayrıydı ama aynı bölümdeydi.
Üçüncü kat ise bir sedirin olduğu cumba, evin bekar kızlarının odası ve en büyük dayı ve yengenin odası vardı. Bu katta da 3 misafir odası vardı ve bizler o odalarda maaile yatardık.
Bu katta da 2 odalı banyo vardı.
Bahçe anneannenin diktirdiği envai çeşit çiçeklerle doluydu. Aslan ağzı, kadife güller gibi bir yığın çiçek vardı. Anneanne 2.katın penceresinden torunlarını çiçekleri koparmasınlar diye bağırırdı.
Evin solunda sebze bahçesinin ardında uzanan "Parla Tepesi" denen tepedeki taşları , annemler "Annelere cevap veren ve taş olan çocuklar" diye bizi kandırırdı.
Ben İdoşu 4-5 yaşlarında ilk kez "Annelere cevap verilmez, taş olursun" dediğimde "He, söyledim, taş falan da olmadım" demişti....
Saf çocuklardık biz, inanırdık. Şimdiki jenerasyon yemiyor, mümkün değil.
Kalan en büyük teyzemizin 2 aylık komadan sonra vefatı nedeniyle abim ve yengem memlekete gidince bu resimleri gönderdiler, başka resimleri de gönder baskısı ile her gelen resimde hatırladığım anılarda babam, çocukluğum, sağlıklı oluşum, yazları yaşadıklarımız, kuzenlerimle oynadığımız oyunlar, Hacı baba'nın her sabah torunlarına "Cülyuz- Cürbüz ... Ne biçim isimler ,çağırmayrim olari" diye namazdan kurtuluşumuzu hatırladım. Çamaşırhanenin tepesinden taş atma yarışı yaparken meyve kalıntısı yüzünden yalağa düşen kuzenimi, anneannenin aldığı civcivleri "pis bunlar" diye yıkayan iki kuzeni bir de yetmezmiş gibi onları çamaşır gibi asınca anneannemin "pişler" diye bağırması, Hacı baba'nın oğlan torunları kabahat işleyince orjinal kızılcık sopası ile popişlerinin kızartılması, Hacı baba'nın tarlalarında meyve toplama zamanı sepeti alan torunların traktör kasasında tarlalara gidişimiz, rahatsız ettikleri hayvanlardan çifte yiyenler, dönüşte geç kalıp babaların arabayla kovaladıkları, terlik giydiği için koşamayan ve arabanın tamponunu hafifçe yiyen ikizler, neler geldi aklıma neler.
Çok şanslıydık biz, dünyanın en güzel çocukluğunu yaşadık. Rahmetli babam öğretmen olduğundan ve o devirde öğretmenler çok itibar gördüğünden, koskoca Hacı Baba'ya "Baba, ben çocuklarımı çok zor kazandım, kusura bakma ama onlara sarılıp öperim" diyen ve Hacı baba'ya kabul ettiren babacım, bir konu oldu mu hemen danışılan babam..
Dolayısıyla çok ağladım, İdoş ben ağlıyorum diye ağladı, annem Derviş'i çağırdı. O da bana "İnsan dedesinin evini görünce ağlar mı! Benim doğduğum ev yıkıldı, ben ağlıyor muyum" diye şarlayınca onları anlatmaya çalıştım ama o da "Sana üzüntü yaramaz kızım, bir sürü derdin var, canınla uğraşıyorsun, eve ağlamak nereden çıktı" dedi.
Ah, anlamıyorlar derdimi....